İnsancık
İnsanla ilgili bütün gerçekler, sanıyorum garip bir çelişkinin kendi içinde birbiriyle çarpışıp durmasından yaratılıyor.
Zihnimiz bir sonsuza açılıyor, milyonlarca yıllık geçmişi, sonsuz bir geleceği, bütün yaşanmış olanları, neler yaşanabileceğini zihnimizin içine yerleştirebiliyoruz.
Bütün bu bildiklerinden, öğrendiklerinden, hayallerinden, beklentilerinden çeşitli fikirler, tasavvurlar, biçimler yaratabiliyor bir zihin.
Zihni sonsuza açılan insanın bedeni ise hayata “tek bir an”la bağlı, o andan koptuğumuzda ölüyoruz.
Ne geçmişe, ne geleceğe tutunabiliyoruz.
Bir karanlığa düşüp kayboluyoruz.
Ve, o andan kopmak, zamanla ve hayatla ilişkimizin çıt diye kırılıvermesi çok kolay.
Bedenen bir karınca kadar narin, zihnen bir tanrı kadar güçlüyüz.
Bizim o görkemli zihnimiz zamanın ve hayatın her ânına bağlanabilirken, bedenimizin sadece bir tek ânın içine sığmak zorunda oluşu, bizim bütün varlığımızı büyük bir soru işaretine dönüştürebiliyor.
Binlerce yıldan beri hep aynı soruyu soruyoruz; biz niye varız?
Neden bu zayıf bedende bir tanrı taşıyoruz?
Neden iki bin beş yüz yıl önce “dünyanın bir boşlukta durduğunu” söyleyebilen, evrenin yasalarını bir kalem kâğıtla çözebilen, çeşitli yerlere diktiği çubuğun aynı saatte değişik boyda gölgeleri oluşuna bakarak dünyanın çevresini hesaplayabilen, uzaya gidecek araçlar yapabilen, yaptığı aletlerle binlerce kilometre ötesini görüp duyabilen bu zihin, bu kadar zayıf ve çaresiz bir bedenin içinde duruyor?
Bu ölümsüz zihni taşıyan beden neden ölüp duruyor?
Tomurcukların çıtırdadığı güneşli bir bahar öğleninde, zakkumların gölgesinde ahbaplık ettiğim bilge bir dostum, “Tek bir insanla zihin arasındaki ilişkiyi sorgularsan bir cevap çıkmaz,” dedi,“ama o zihnin bir insana değil insanlığa ait olduğunu düşünürsen, o zaman o büyük gücü taşıyacak büyük bir beden olduğunu görürsün”.