Ahmet ALTAN

Ahmet ALTAN

Kendi halkından nefret etmek

Kendi halkından nefret etmek

Osmanlı, son dönemlerinde iyice kötülemişti, girdiği neredeyse bütün savaşları kaybetmişti... Bütün yenilenler gibi o da kendisini yenenlere hem hayranlık besliyor, hem de onlardan nefret ediyordu.

Ve, bütün yenilenler gibi kendisini yeneni taklit etmeye çalışıyordu.

“Modernleşmeye” karar vermişti.

Ancak kendisini yenen Batılı ülkelerin “toplumsal” yapılarını değil, “ordularını” örnek aldı, “çağdaşlık” ordudan başladı.

Dışarıdan komutanlar getirtildi, uzmanlar getirtildi, kıyafetler değiştirildi.

Ordu, toplumun bulunduğu noktadan daha ileri bir noktaya ulaştı.

“Köylü” ve “esnaf” olan toplumda ise bir değişim yaşanmadı.

Modernleşen, çağdaşlaşan, silahları ve eğitimi yenilenen ordunun ağırlığını dengeleyebilecek tek kesim, başka türde de olsa “eğitimden” geçmiş tek kesim olan din adamlarıydı.

Ordu “Batılılaşırken,” Batı’yı “gâvurluk” olarak gören din adamları “geleneksel” değerlerin sözcülüğünü üstlendi.

Yoksul halkın sığınabileceği tek güç tanrıydı ve “din adamlarıyla” halk, değişik nedenlerle “aynı değerlere, aynı sembollere” tutundular.

Yoksul köylüyle esnaf, yaşamın ağırlığına karşı dinin tevekkülüne ve tesellisine sığınıyordu.

Bu kutuplaşmada, ordu ve Batı eğitimi almış aydınlar bir uçta, halk ve din adamları diğer uçta birikti.

Biri değişimi ve modernleşmeyi, diğeri gelenekselliği ve tutuculuğu temsil ediyordu.

Bu yapı, Cumhuriyet döneminde de aynen sürdü.

Köylü alabildiğine yoksul ve geri bırakılırken, İttihatçıların kestikleri, yurtdışına sürdükleri “azınlıkların” mallarına konarak zengin olanların bir “burjuva” sınıfına dönüşebilmesi için “devlet” desteği verildi.

Yeni bir “burjuvazi” kesiminin kendi sırtından zenginleşmesine karşı ayaklanmasın diye de, “ordu” halkı baskı altına aldı.

Böylece, ordu, yeni zenginler ve aydınlar “modernliğin” temsilcileri oldular Cumhuriyet döneminde... Halk ve din adamları ise gene “geleneksellikte” kaldılar.

Zenginleşen bir devlet ve devletin zenginleşen yandaşları “modern” yüzüydü Cumhuriyet’in.

Alabildiğine ezilen “halk” da “geriliğin ve gericiliğin” yüzü.

Cumhuriyet, din adamlarını ve dini de kendi denetimine alarak “köylüyü” iyice yalnız bıraktı.

Yoksulluğu hiç değişmeyen, hep ezilen köylünün “bilinçsiz” öfkesinin gizli hedefi “devletti” ama bunu açıkça söyleyebilecek bir gücü ve cesareti yoktu.

Zaten sesini duyurabilmek için örgütlenmesine de izin verilmiyordu.

Onlar da devleti temsil eden herkese, orduya, aydınlara, zenginlere “gâvur” diyerek kızıyordu.

Bu “sessiz” kızgınlık, aradaki kısa süren “çok parti” denemelerinin çabuk bitmesi nedeniyle, “demokrasi” gelene kadar sürdü.

“Görüntüsel” de olsa demokrasi ve seçimler dünyanın baskısıyla Türkiye tarafından kabul edilince, köylülerin bir “sesi” ve daha da önemlisi bir “oyu” olduğunu fark etti siyasetçiler.

Devletin denetimine giren “din adamlarının” rolünü de siyasetçiler üstlendi.

Oy istemek için “din” diyorlardı, “Allah” diyorlardı.

Kendi devleti tarafından terkedilmiş köylünün tek güvendiği güç de buydu zaten, dini ve Allah’ı.

Allah’a sığınmış, “modernleşen” devlete ve orduya karşı gelenekselliğe sarılmış köylü, her zaman devlete mesafeli, dine yakın partilere oy veriyordu.

Ama ne kadar oy verse, ne kadar kendisine benzeyenleri siyasi iktidara getirse de, “asıl iktidarda” oturanları, orduyu, aydınları, zenginleri kenara itemiyordu.

İlk büyük kırılma Menderes’in “yol” yapımıyla başladı.

İkinci büyük kırılma da Turgut Özal döneminde oldu.

Türkiye dünyaya açıldı, Anadolu esnafı “üreticiliğe”, böylece de zenginliğe adım attı.

Anadolu gelişmeye başladı.

Zenginleri çoğaldı.

Ve, gerçek iktidarı istemeye koyuldu.

Bu “toplumsal talep” AKP’yi yarattı.

AKP, “modern yüzlü ve ezici” devletle mesafeliydi, hem köylüyü, hem varoşları, hem yeni zenginleri, hem de bütün bunları kapsayan “geleneksellik” ile dini temsil ediyordu.

Ordu, aydınlar, eski zenginler bu yeni hareket karşısında çaresiz kaldılar, “halkın” iktidarının “gericilik” olduğunu söyleyerek “demokrasinin” önünü kesme çareleri aramaya başladılar.

Yüzyıllarca ezilmiş köylünün ve esnafın “gelenekselliği” bir “şeriat” isteği olarak değerlendirildi, “şeriat geliyor” diyerek halk iktidarına karşı “darbeyi ve faşizmi” savunmaya sarıldılar.

Demokrasiye sahip çıkan “modern Batı”dan nefret ettiler.

Türkiye’nin “gelenekçileri” de kaçınılmaz olarak bir zamanlar “gâvur “diye karşı çıktıkları Batı’yla ittifak kurdular.

Şimdi “eski modernler,” Ergenekon türü yapılanmalarla, nefret ettikleri halkı sindirme ve iktidarı yeniden ele geçirme hayalleri kuruyorlar.

Çok geç.

Bir zamanların “ilerici modernleri,” şimdinin “tutucu faşistleri” olarak halklarından nefret edebilirler... “Sorunun” AKP olduğunu düşünüp, onun altında yatanı anlamayabilirler.

Bunu da ilericilik sanabilirler.

Yapabilecekleri tek şey de zaten bir “yanılgının” içine sığınmak ve orada yalanlarla avunmaya çalışıp, ağlamaktır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
OKUYUCULARIMIZIN DİKKATİNE !... Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
Ahmet ALTAN Arşivi

Zor

11 Kasım 2012 Pazar 18:14