Ali Osman AYDIN

Ali Osman AYDIN

Ölümün Görünmez Silahı Ensemizdeyken…

Ölümün Görünmez Silahı Ensemizdeyken…

Modern insan, ölümü hazzın sonu olarak gördüğü için, adını anmaya çekiniyordu.

Hazzın kaynağı gördüğü için yaşamı kutsuyor, ölümü hatırlatan her şeyden kaçıyordu.

Ölümü ve sembollerini görmediğinde, ölümün de kendisini görmediğini sanıyordu.

Arzularına teslim oluyor, bedenine sığınıyor ve onun bahşettiği sayısız sarhoş edici zevkle, ölümün çok uzağında yaşadığını sanıyordu.

Ölüm, çok uzak; hep uzak muhitlerde dolaşan sevimsiz bir gezgindi, onun için…

Zihninden, yüzünden, azalarından ölümün kırışık, ölgün izlerini, gölgelerini siliyor; bedenini zamanın ısırıklarına karşı dirençli hale getirmek için spor salonlarında yoğun bir uğraş veriyordu.

Aynada seyrettiği suretin gerçekliğine inanıyor ve bu inancın getirdiği küstahlıkla, insanoğlunun faniliğine, ölüme ve onu yaratana- deyim yerindeyse- meydan okuyordu!

Derken küçük, küçücük bir virüs çıkageldi…

Unutulmaya, bastırılmaya çalışılan bu korkuyu; yani modern insanın en büyük, en irkiltici kabusu olan ölümü, günlük hayatın orta yerine adeta bir lahit gibi dikti.

Ölüm korkusunda kaçamıyoruz artık. Daha kötüsü, sürekli ondan konuşmak, gördüğümüz herkesle onun dedikodusunu yapmak, onunla ilgili istatistikleri, bize ne kadar yakın ya da uzak olduğunu takip etmek durumundayız. Ölüm artık uzak bir coğrafyada veya bir başka kentte değil. Sadece adını bilmediğimiz ve bizim için sadece “herhangi biri” olan başkalarının hayatlarının etrafında da dolaşmıyor.

Tam yanı başımızda o…

Hatta kapımızın hemen ardında, sızıp bedenimizi istila etmek için küçücük bir fırsat kolluyor…

Virüs, modern insanı, apansız, en zayıf yerinden yakaladı. Modern insanın eğlenceyle kararmış gözleri ölüm korkusunun keskin aydınlığıyla kamaşmaya başladı.

Şimdi artık, onun nurani ışığında kendimize bakıp; acziyetimizi, “zalimliğimizi, cahilliğimizi,” sefilliğimizi, faniliğimizi istemesek de kabullenmek durumundayız...

Virüs, ölümlü olduğumuz gerçeğini tekrar tekrar hatırlatıyor bize şu günlerde. 

“Gücün” yegane sahibinin Allah olduğunu, tıpkı kainatta olduğu gibi hayatlarımız hakkında da karar merciinin O olduğunu; başka şeylere güç atfetmenin ne kadar çirkin bir yanılgı olduğunu yakinen idrak ediyoruz… 

Nasıl izah etmişti Abdülkadir Geylani, insan meselelerinin hakikatini: Kimsenin elinde, ne sana zarar verme, ne de fayda verme yetkisi vardır. Onlar sana ne bir şey verebilir, ne de herhangi bir şeyi senden alıkoyabilirler. Zarar ve fayda vermek konularında canlı varlıklar ile cansız varlıklar arasında en ufak bir fark yoktur. Mülk sahibi tektir, zarar veren, fayda veren, hareket ettiren, durduran, musallat eden, veren, engel olan tektir. Yaratan ve rızık veren sadece Allah’tır.”

Özellikle bu günlerde bu gerçek üzerine daha fazla düşünmemiz gerekiyor galiba…

****

Sayılan nedenlerden dolayı virüsün psikolojik etkisi, fiziksel etkisi ile mukayese edilemeyecek kadar yüksek. Buna karşın modern insanın ölüm karşısındaki metaneti de, hazırlığı da bir o kadar zayıf…

Ölüm bu kadar yakınımızdayken en önemli sorulardan biri, onu  nasıl karşılayacağımız sorusu… Seneca’nın dediği gibi onu, dizlerimizin üzerinde mi, yahut göğsümüz önde dimdik mi karşılayacağız? Onu, bizi hayatın lezzetlerinden koparan korkunç bir şey gibi mi göreceğiz, yoksa adil ve güzel bir dünyanın kapılarını bize açan bir vasıta olarak mı?   

Ölümü nasıl karşılayacağımız, yaşamımız boyunca onunla nasıl bir  ilişki kurduğumuza göre belirlenecek. “Ölümü nasıl karşılayacağız?” sorusu, “Hayatını nasıl geçirdin?” sorusudur bir bakıma…

Eğer, ölümün bütün renklerini hayatımızın duvarlarından silmeye çalışan biri isek, davranışlarımızın altında yatan tek güdü ölümden olabildiğince kaçmaksa, muhtemelen o çıkıp geldiğinde tamamen hazırlıksız yakalayacak bizi!

Onun bize soracağı yaman sorulara karşı da bir ölü gibi sükut edeceğiz…

Ne zaman bu tür soruları kendime sorup, o büyük karşılaşma anını düşünsem, aklıma Epictetos’un imrenilecek vakarla dolu o sözleri gelir...

“Beni yaratan Allah’tır ve Allah benim içimdedir. O’nu gittiğim her yere götürüyorum” diyen Epictetos o dağ gibi inancıyla şöyle söyler:

“Bugün veya yarın, elbet bir gün öleceğiz.

Kim bilir neyle oyalanırken ölüm bizi istila edecek?

Çiftçi tarlasıyla, bahçıvan bahçesiyle oyalanırken ölüm onu yakalayacaktır.

O vakit sen hangi işle oyalanıyor olacaksın?

Ben şahsen tüm yüreğimle ölümün bana, insana yaraşan, asil, faydalı bir iş yaparken gelmesini isterdim.

Ta ki temiz ellerimi göğe kaldırıp Tanrı’ya şöyle sesleneyim:

‘Kutsal himmetinizi tanıyabilmek, ona mutlak surette bağlanabilmek için bana vermiş bulunduğunuz işlerin hiç birini ihmal etmedim.

Beni yarattığınız için size şükrettim…

Emirlerinize karşı çıkmadım.

Bana bahşettiğiniz meziyetleri sizin için kullandım.

Sizden hiç şikayet etmedim.

İlahi hikmetinizi hiç suçlamadım.

Hastaydım, çünkü siz böyle istemiştiniz, ben de öyle istedim…

Fakirdim, çünkü siz böyle istemiştiniz, ben de bundan hoşnut oldum…

Sefildim, çünkü siz böyle istemiştiniz, ben de bundan kurtulmak için çırpınmadım.

Alnıma yazdığınız şeyler başıma geldiğinde bunların hiçbirinden ıstırap duymadım.

Halimden hiç şikayetçi olmadım.

Kırıldığımı, sızlandığımı hiç gördünüz mü?

Şu an dahi hakkımda vereceğiniz her hükmü kabule razıyım.

Sizin en ufak bir işaretiniz benim için emirdir.

Bütün eserlerinizi görmek, kainatın harikulade nizamını gözlerime sunmak için beni buraya (hayata) kabul etme tenezzülünde bulunduğunuzdan dolayı size binlerce kez şükürler olsun…”     

Büyük Epictetos! Büyük adamın, kendi gibi büyük ve ulvi hayatı…

Her anı düşünülmüş, erdemle terbiye edilmiş, iyilik, kanaat ve sadelikle geçmiş bir hayat…

Bu sözlerde beni derinden etkileyen bir gözüpeklik var.

Bunlar her boğazın yutabileceği lokma, herkesin söyleyebileceğisözler değil…

“Sizden hiç şikayet etmedim…”

Bu nasıl iddialı bir sözdür!

Oysa hayatımızın pek çok anında farkında olarak ya da olmayarak, bizim için takdir edilmiş şeylerle ilgili şikayette bulunur, başımıza gelenlerle ilgili insanlara sızlanırız...

Elde ettiklerimizle yetinmez, fazlasına gözümüzü diker, gelecek kaygısı güderek bugünümüzü zehir eder, elimizdeki mutluluğu gelecek hayali mutluluklar için kurban ederiz.

Mevlana, insanın hakikati itibariyle “düşman”, Allah’ında “dost” olduğunu söyler Mesnevi’sinde… Bu yüzden başımıza gelenlerden insanlara yakınmak, “Dostu, düşmana şikayet etmek gibidir” der.  

Kendi adıma ben de çok kez, Dostu düşmana şikayet etme hatasını işledim!

Hakkıyla şükretmedim ve halimden şikayetçi olma gafletinde bulundum hem de çok kez!!!

Bu yüzden Epictetos’un sözleri bana yüksek bir dağın zirvesi gibi aşılmaz görünüyor ve bu nedenle o büyük sözleri söyleyecek cesareti kendimde bulamıyorum…

Ama biliyorum ki hayat ve ölümle ancak böyle ilişki kurulmalıdır…

Günümüz insanının hayatı bu sözlerin neresine düşer ya da modern insanın hayatında, bedeli ödenmiş bu sözlere yer var mıdır, bunu bilmiyorum. Ölüm korkusundan dolayı yalıtımın had safhaya vardığı şu günlerde planım benim hayatımda bu sözlerin ne kadar yeri olup olmadığını daha fazla düşünmek olacak.

Gerisi ise insanların olup bitenleri nasıl yorumladıklarına; hayat ve Allah’la nasıl bir ilişki kurduklarına kalmış…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
OKUYUCULARIMIZIN DİKKATİNE !... Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
Ali Osman AYDIN Arşivi